Ana içeriğe atla

İç dinamikler sorunu çözemezse dış dinamikler müdahale eder


Gazeteci- medya eleştirmeni Ragıp Duran'la medyanın bugünü ve geleceği üzerine söyleşimizin ikinci bölümünde dış politika turu yaptık ve AKP hükümetinin Kürt politikasını konuştuk. 1978'den bu yana Hürriyet, Cumhuriyet ve Gündem gazetelerinin yanı sıra AFP’de ve BBC’de görev yapan Duran, halen Libération gazetesinin Türkiye muhabiri. 40 yıla yaklaşan gazetecilik yaşamı boyunca İstanbul ve Ankara'nın yanı sıra Londra, Amsterdam, Paris ve Boston gibi dünyanın önemli merkezlerinde bulunan Ragıp Duran, bu birikimden bakarak, "Mevcut dünya sistemi, yerel unsurların sapmalarına bir ölçüye kadar izin verebilir, ama bir yerden sonra, özellikle kendi çıkarlarını da tehdit etmeye başladığı zaman, bir şekilde müdahale eder" diyor.

Esat PALA
06 Mart 2016

Siz gazeteciliğin yanı sıra Türkiye’deki siyasi gelişmelere ve Türk dış politikasına da hayli ilgilisiniz. Önce, özellikle dış politikada durumu özetleyerek başlayalım. Türkiye, nasıl oldu da bugün yedi düvelle kavgalı hale geldi? Türkiye olarak nereye gidiyoruz? Konjonktürel bir durum mudur yoksa ülkemiz adına geleceğe ilişkin kaygılar taşımalı mıyız?

Mutlaka sıkıntılı. Ama biz şunu da gördük ki, genel olarak dünya siyasal konjonktürü belirli bir süre çeşitli nedenlerle bu tür sapkınlıklara, bu tür kaymalara izin verebilir yahut göz yumabilir. Mesela mülteci meselesinde Avrupa Birliği olsun, genel olarak Batı olsun Erdoğan’a yönelik insan hakları eleştirilerini rafa kaldırmış durumda. Ama o mülteci meselesinden de bir şey çıkmayacağını her geçen gün anlıyorlar. Siyasi olumsuzluk esas olarak içeriden kaynaklanıyor. Dış politika dediğimiz, aslında iç politikanın dışarıdaki yansıması, devamı, uygulamasından başka bir şey değil. Yani olumsuzluğun kaynağı, özü içerde… Daha doğrusu Saray’da. Olumsuzluğu iç dinamiklerle çözmek yerinde olur. Ama iç dinamikler sorunu çözemeyecek kadar zayıf ya da uygun değilse, dış dinamikler bir şekilde müdahale eder. 1979’da mesela İran Şahı’nı götürdüler. Noriega’yı götürdüler. Diktatörlük, 21. yüzyılın artık kabul gören, göz yumulabilecek bir yönetim sistemi değil. Çünkü küreselleşme ile birlikte hiçbir olgu/süreç artık sadece yerel olarak kalamıyor. En küçük yerel bir olayın bile kaçınılmaz olarak küresel etkileri oluyor. Mevcut dünya sistemi, yerel unsurların sapmalarına bir ölçüye kadar izin verebilir, ama bir yerden sonra, özellikle kendi çıkarlarını da tehdit etmeye başladığı zaman, ki o aşamaya geldik, sistem müdahale eder. Akıl dışı bir şekilde, demokratik usullere aykırı bir şekilde, “Suriye’deki ateşkes bizi bağlamaz” diyor. Sen Suriye’de savaşın tarafı değilsin. Ayrıca, sana sormuyorlar zaten, “Ateşkese uyacak mısın, uymayacak mısın” diye. Böyle yüksek perdeden atmak kolaydır. Şimdi ateşkes uygulandığı zaman hadi bakalım sıkıyorsa oraya git müdahale et. Amerika ile Rusya ateşkes yapacak da sen o ateşkesi bozacaksın. Bu tamamen iç politikaya yönelik “Vatan, Millet, Sakarya” söyleminin bir parçası. Yönetim, haddini aştığının farkında değil, çok vahim bir durum. Uluslararası büyük strateji uzmanı olan bir Başbakan söylüyor bunu. PYD, YPG şimdiye kadar Türkiye’ye bir tek kurşun atmadı. Türkiye’ye karşı hiçbir eylemi yok, kendi de söylüyor. Sen onu terörist olarak gösteriyorsun ve rezil oluyorsun. Çünkü senin terörist dediğini Fransa Cumhurbaşkanlığı Sarayında ağırlıyor. Senin terörist dediğine ABD silah ve danışman gönderiyor. Son Ankara saldırısı konusunda da amiyane tabirle çarşafa dolandılar. Salih Neccar adında, olmayan birini saldırgan olarak ve PYDli olarak sundular. TAK’ın açıklaması ile tekzip edilmiş oldular. Doğru dürüst komplo yapmayı bile beceremiyorlar. Türkiye’de sakat, eksik, sorunlu da olsa 150-200 yıllık bir demokrasi mücadelesinden sözedebiliriz. Bu sayede iç dinamiklerini güçlendirerek, dış dinamiklerin de desteğiyle olumlu bir kanala yol açabiliriz. Ne var ki, dış dinamikler, meseleye esas olarak kendi çıkarları açısından baktıkları için, herhangi bir dış müdahale ilk başta olumlu gibi görünse de, orta vadede zarar verir.

Dış müdahaleden kastınız ne?

Çok çeşitli boyutları/türleri olabilir. Yani iç gibi görünen dış müdahaleler var. Mısır’da Sisi’yi başa getiren darbe tipinde. Mübarek’e karşı esas olarak Tahrir Meydanındaki halkın değil, bir dış gücün tercihi oldu Sisi. Hem yöntem hem de iktidara gelen kişi. Zülfü Livaneli yıllar önce yazmıştı: İç çatışma, silahlı ihtilaf ortamında Mavi Bereliler, yani Birleşmiş Milletler Barış Gücü gelebilir. Amerika’nın, Rusya’nın özellikle Rusya’nın şu veya bu şekilde, askeri, diplomatik veya siyasi sert, katı müdahaleleri olabilir. Bütün bunların işareti var. Tabi, gönül istemez bunların hiç birini. İç dinamiğin bu meseleyi halletmesini isteriz ama öyle bir olasılık da yok değil.

Güneydoğu Anadolu’da yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce şu ortaya çıkan tablo terörle mücadele mi yoksa Kürtlerin bölgede bağımsız bir devlet kurma girişimine karşı Türk güvenlik güçlerinin yaşadığı bir savaş hali mi?

Terörle mücadele olmadığı açık… Çünkü terörle mücadelede sivil yerleşim alanları bu kadar yıkılmaz, yakılmaz. Teröre karşı mücadelede tank, top gibi ağır silahlar kullanılmaz. Gerçi her devletin kendisine karşı silahlı ayaklanma başlatan, sürdüren örgüt yahut kesimlere karşı kendini koruma hakkı var. Ama uygulamaya baktığımızda, 1984’den değil, 1925’den bu yana Türk devletinin Kürtlere karşı uyguladığı politikalar, askeri operasyonlar daha çok savaş opsiyonunu gündeme getiriyor. Kürt ilçelerine yönelik operayonlar, biraz 7 Haziran’ın intikamı gibi. HDP’nin “Seni Başkan Yaptırmayacağız” deyip 80 küsur milletvekiliyle meclise girmesi, Saray’ın bütün hesaplarını alt üst etti. Saray ayrıca, PKK’nin kitle desteğini kesmek amacında. Benim görebildiğim kadarıyla burada Rojava çok önemli. Önce Kuzey Irak’ta bir Kürt antitesi oluştu. Ankara böyle bir gelişmeyi hiç istemiyordu. Kırmızı Çizgimiz filan diyordu. Resmi olarak ‘Kuzey Irak Özerk İdaresi’ deniyor ama, bir tek para basmadılar. Orduları var, bayrakları var. Barzani için söylüyorum. Orada bir yarı devlet oluştu. Ankara, benzeri bir gelişmenin Rojava’da yaşanmasından çekiniyor. Üstelik Rojava’daki kantonlar, Barzani gibi feodal ve kendi içinde çelişkili bir rejim değil. Tam aksine sadece Ortadoğu için değil belki de bütün dünya için emsal teşkil edebilecek çok ilginç bir sistem kuruyorlar. Kadın-erkek eşitliği, tüm farklı etnik, dini ve milli gruplara temsiliyet hakkı, doğaya saygı, meclisler/konseyler aracılığıyla tüm yurttaşların yönetime katılımı. Rojava modeli, ulus-devletlere, Körfez’deki Krallık, Emirlik ve Şeyhliklere meydan okuyor.

Sizce Türkiye’deki Kürtler gerçekten ne istiyor? Türkiye sınırları içinde bağımsız bir devlet kurabilmek mi, federe bir devlet yapısı veya otonom bölge oluşturmak mı? Kürtler gerçekten ne istiyor?

Ben bu Kürt meselesine eskiden beri meraklıyım, çok izledim. 1984’ü alalım kısaca, 1984’den bu yana PKK’nin Kongre kararlarına, belgelerine baktığımız zaman bu sorunun cevabı ya da cevapları ortaya çıkıyor. PKK zaman içinde gelişti, değişti, çağa ayak uydurmaya çalıştı. 1978’de, PKK ilk kurulduğu zaman bağımsız büyük Kürdistan’dan söz ediyordu. Yani, İran, Irak, Suriye ve Türkiye’yi içeren… 1978’den bugüne tabi ki çok şey değişti. PKK, bugün Türkiye’den ayrı, bağımsız bir devlet talep etmiyor. Türkiye sınırları içersinde ‘Demokratik Cumhuriyet’ diye ifade ettikleri bir yapıyı talep ediyor. Eşit yurttaşlık, demokratik özerklik Kürtler için tayin edici talepler. Kürtlerin bütün mücadelesinin özünün altında yatan temel talep şu: ‘’Biz bir statü istiyoruz. Varlığımız, dilimiz, adımız sanımız Anayasa’da güvence altına alınsın’’. Türk mevzuatına baktığınız zaman hiçbir yerde Kürt kelimesi geçmez bile. TRT, Kürtçe yayın yapıyor, ama tüzükte bile Kürtçe sözcüğü geçmez. Dolayısıyla Kürt varlığının, Kürt nüfusunun bireysel ve kolektif haklarının başta Anayasa olmak üzere yasalarda kayıt altına, güvence altına alınmasını istiyorlar. ‘’Biz TC’nin eşit vatandaşıyız. Ayrı bir etnik gruptanız. Ayrı bir milliyetteniz’’ diyorlar ve bunun tescil edilmesini istiyorlar. Böylelikle eşit yurttaş olarak demokratik bir cumhuriyette herkesle birlikte eşit koşullarda yaşamak istiyorlar. Resmi ideoloji, 1925’den galiba Özal dönemine kadar Kürtlerin varlığını bile tanımamıştı. Kürtçe diye bir dil yoktu, deniyordu. Kürt de yoktu zaten…

Yani sınırları çizilmiş ayrı bir devlet değil diyorsunuz?

Bugünkü PKK’nin ve Kürtlerin büyük bir çoğunluğunun talebi bu değil.

Peki, gelecekte olabilir mi?

80’li yılların ortalarında yurt dışında gazetecilik yapıyordum, o zaman oralarda bilgi, belge toplamak, PKKliler dahil her siyasi görüşten insanlarla temas daha kolay ve rahattı. PKK’li bir yetkili demişti ki: ‘’Bugün bir referandum yapılsa, Kürtlerin sadece yüzde 5’i bağımsız bir devlet ister’’. Şöyle de bir gerçek var: Türkiye, Kürtlerin yaşadığı diğer üç ülkeye göre, yani İran, Irak, Suriye’ye göre bazı özelliklere sahip: Dört ülke arasında Türkiye ekonomik olarak, her şeye rağmen demokrasi açısından, sonra Avrupa ile ilişkiler açısından en ileri ülke..

Baktığınız zaman Türkiye’nin dört bir yanında iç içe geçmiş durumları var Kürtlerin öyle değil mi? Sosyal yaşamdan ticari hayata kadar…

Evet, o da çok doğru. Hakikaten diğer üç ülkeye baktığınız zaman buradaki Kürtlerin, İran, Irak ve Suriye’deki Kürtlere göre, gerek Farslarla, gerek Araplarla bizdeki kadar kaynaşmadığını görüyoruz. Yani onlar kendi bölgelerinde yaşıyor. Şam’da, Bağdat’ta Tahran’da kaçınılmaz olarak bir Kürt diasporası var, ama İstanbul’daki Kürt diasporası kadar değil. İstanbul dünyanın en büyük Kürt kenti. Aşağı yukarı 3 milyon Kürt yaşıyor burada. Güncel duruma gelecek olursak, Silopi, Cizre ve Sur’da yaşananlardan sonra iki tane kısa vadeli sonuç çıkarmak mümkün: Eskiden haftada 10’la 20 arasında değişen sayıda genç, PKK’ye katılırdı. Devletin Cizre, Silopi, Sur’daki operasyonlarından sonra, PKK’ye katılım haftada 500’e çıkıyor. Son 2-3 ayın bilançosu bu. İstesek de istemesek de böyle bir olgu var. Çünkü, Cizre’de Sur’da evi yıkılan anası babası öldürülen gencin başka bir çaresi, bir çıkış yolu yok. Manevi kopuş, somut kopuşa dönüşüyor. Tabi bir de bütün bu TAK’tı, YDG-H’ydi… Bu kesimler farklı. PKK’yi halen ilk kuşak militanlar yönetiyor. Bu ilk kuşak, Öcalan, Bayık, Karayılan, Kalkan, Ok, Karasu… Türk solundan gelen insanlar. TAK ve benzeri yapılar ise çok daha radikal, çok daha Türk karşıtı, Kürt milliyetçisi damarı güçlü, barış sözcüğünden pek hoşlanmayanlar.
Mesela 1-2 yıl önce Diyarbakır’da bu kesimden olduğunu tahmin ettiğim bir gençle konuşuyordum. “Ne barışı ya, kimle barış?!” diyordu.Bu gençler, 90’lı yıllarda, köylerin yakılıp yıkıldığı dönemde doğmuşlar. Çocukken, anasını, babasını işkenceyle öldürmüşler, vurmuşlar, yerinden yurdundan göçertmişler. Kürtlere yönelik bu tür baskılar arttığı sürece, onlar da “Biz artık Türklerle birlikte yaşayamayacağız, bari gidelim Suriye’ye, Rojava’da yaşayalım. Irak Kürdistan’ında yaşayalım ‘’ demeye başladı. Ya da kendi ülkemizde kendi bağımsız, özerk yapımızı kuralım hissiyatı kaçınılmaz olarak artıyor, güçleniyor. Ama halihazırda benim gözleyebildiğim kadarıyla bu oran henüz öyle yüzde 40’lara filan yaklaşmadı.

Yani, Kürtler, Türklerle birlikte yaşama şansını bulamazlarsa kendi yollarını çizmek isteyebilirler…

Aynen

Peki, bu çatışma, bu ölümler sadece bölgede mi kalır, yoksa büyük kentlere de sıçrar mı? Ki, patlayan bombaları görüyoruz. Büyükşehirlerde de Türkler Kürtler birbirine girer mi? Bu en vahim senaryo mudur?

Dünyada yakın dönemde benzer durumların yaşandığı iki ülke var Ruanda ve Bosna. Eskiden barış içersinde yaşayan iki kabilenin mensupları Ruanda da, Bosna’da da Sırplar, Boşnaklar, Müslümanlar birbirlerine girdi, komşular birbirlerinin evlerini basıp, insanları kesip biçtiler. Böyle bir tehlike her zaman için maalesef var. Özel olarak böyle bir tehlike Türkiye’de, İran, Irak ve Suriye’ye göre daha fazla var. Türk toplumuyla Kürt toplumu, evlilikler, ticaret, istihdam gibi nedenlerle, Abdülhamit zamanından bu yana Türkiye’de iç içe geçmiş iki toplum. Türkiye’nin bütün vilayetlerinde irili ufaklı Kürt toplulukları yaşıyor. Hatta Türkiye’deki Kürtlerin çoğunluğu, Doğu ve Güneydoğu Anadolu adı verilen bölgenin dışında, Batı metropollerinde yaşıyor. Ayrı devlet kurmaktan yana olmayanların savundukları önemli gerekçelerden biri de bu. Diyelim ki, ayrı devlet kuruldu. O zaman İstanbul’daki 3 milyon Kürdü ne yapacaksın? Siz devlet kurdunuz deyip, zorla oraya mı süreceksiniz? Toprağı bol olsun Musa Anter, ‘’Sadece Ağrı dağı ile Van Gölü benim değil, Istanbul da benim, Ege de benim’’ derdi. Ortak vatan deyiminin anlamı bu.

Türk-Kürt evlenmiş çocukları olmuş, bunları nasıl ayıracaksın?

Ulus-devlet anlayışı çağını tamamlamış bir model artık. Ulus-devletler yavaş yavaş iflas ediyor. Öcalan bu nedenle Batılı bazı felsefeci ve siyasal bilimcilerden esinlenerek, ‘’Demokratik Cumhuriyet’’ projesini öneriyor. Ne yazık ki, bizdeki gerek bilim insanları gerekse medya ve kamuoyu tarafından yeterince incelenip araştırılmadı bu proje. Halbuki mesela Ahmet Akkaya ile Joost Jongerden’in bu konuda önemli akademik çalışmaları mevcut.(*).
Türkiye’de Başkanlık sistemi tartışılıyor. O zaman bu proje de tartışılsın. Bir konuda tutum belirlemek için önce o konuyu bilmek gerekir. Öcalan’ın önerdiği projeye karşı çıkarsınız ya da desteklersiniz. Ama önce projenin içeriğini bilmekte, anlamakta yarar var. Üstelik bu proje sadece Kürtleri ilgilendirmiyor, bütün Türkiye coğrafyasını ve nufusunu ilgilendiriyor. Jeostratejik olarak bakılınca da, böyle bir devlet, özellikle kıyısı yoksa, dört bir yanı pek de dost olmayan devletlerle çevrilmişse/kuşatılmışsa, çok fazla ve uzun süreli ayakta kalma şansına sahip olamaz.
Tarihten şunu biliyoruz ki, devletler, yani Ankara, Tahran, Şam ve Bağdat her hangi bir Kürt ayaklanmasına karşı hemen birleşir. 1927 Ağrı Dağı isyanı mesela İran’ın desteği ile bastırıldı. Ortadoğu’da ilginç bir deyiş var: “Komşunun Kürdünü sev, kendi Kürdünü döv”. Üstelik bu deyiş çoğu zaman uygulanıyor. Ankara bir ara, bu aralar da öyle, Barzani’yi çok sever(di), kırmızı pasaport verdiler, kırmızı halılarla ağırladılar. Kendi Kürtlerini kesip biçerken Barzani’ye VİP muamelesi yapmışlardı. İran-Irak savaşında da aynı şekilde oldu. Bağdat, İran Kürtlerini çok seviyordu, muhalif oldukları için.
Çok güçlü bir ihtimal olmasa da, çatışmalar, düşmanlık, nefret tohumları, operasyonlar bu çapta sürerse Kürtler ayrılma kararı alabilir. Bu konuda Kürtlerin aldığı karara, içeriğine bakmaksızın, ben bir Türk olarak, ancak saygı duyabilirim. Kürtlerin çoğunluğu ayrı bir devlet kurmak istiyorsa,bu onların kararıdır. Kürtlere ‘Ayrı devlet kurmayın, şöyle olur böyle olur’ diye münazara yürütmenin çok fazla bir anlamı yok. Keza ‘Aman n’olur devlet kurun başka çareniz yok’ demek de bana pek anlamlı gelmiyor. Bizde çünkü gereğinden fazla akıl hocası var. Kürtler de, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı sayesinde kendileri için en uygun yöntemi seçme hakkına sahip. Yanlış anlaşılmasın, Kürt olmayanların hiç bir dahli yok, hiç bir tartışma olmayacak diye bir kural yok. Herkes, Türk olsun, Kürt olsun, TC yurttaşı olarak görüşünü açıklar. Tüm bu söylediklerim, meselenin daha çok teorik yani belki de hipotetik yanı. Ama bu olasılıkları da şimdiden düşünmemiz, tartışmamız hiç de fena olmaz.

HDP 7 Haziran seçimlerinde özellikle liberal, kentli Türklerden aldığı desteği kaybetti mi sizce?

Celal Başlangıç bu konuda ayrıntılı bir araştırma yaptı. O’ndan aktarayım. Yaklaşık yüzde 3 oy kaybetti HDP, 7 Haziran’la 1 Kasım seçimleri arasında. Bu yüzde 3’ün sadece yüzde 1,2’si metropol denilen batıdan. Büyük bir kısmı çatışma olan bölgelerin mücavir alanlarından. Yani hendektekilerin siyasi tercihi pek değişmiyor ama hendeğin yakınındakiler, yarın öbür gün buraya da hendek kazılır, barikat kurulursa diye çekinenler, eskiden AKP’ye oy veren Kürtlerin bir kısmı, 7 Haziran’da HDP’ye oy verdi. Bu kesimin 1 Kasım’da yeniden AKP’ye döndüğü anlaşılıyor seçim sonuçlarından.
HDP genç bir parti, çok heterojen bir parti. Liberalinden muhafazakarına, dindarından laiğine, solcusundan sosyal demokratına kadar çok farklı siyasi eğilimleri barındırıyor. Ayrıca Musevi, Ermeni, Süryani, Rum…değişik etnik, dini gruplardan insanlar da var HDP’de. Bu açıdan çok ilginç bir parti aslında. Dünyada pek benzeri yok, daha çok bir koalisyon partisi gibi aslında. Vakti zamanında, 90’lı yıllarda, kendi bölgelerinde İHD yöneticisi idi bugün HDP milletvekili olanlar. HDP’nin bugünkü yönetici kuşağı onlardan da genç. Çok zor bir iş HDP’yi yönetmek. Bir yandan devlet baskısı var, Türk toplumunun baskısı var, medya habire saldırı halinde, öte yandan PKK’nin bazı talepleri var. PKK’nin 7 Haziran’dan sonra yaptığı bazı açıklamalar, HDP içinde hoş karşılanmadı. Mesela ‘’Ödünç oy yoktur, bizim sayemizde bu kadar oy aldınız’’ türü söylemler, HDP’yi zora soktu.
HDP ile PKK arasındaki ilişkiler meselesini de açıklığa kavuşturmak lazım bence. Ben 2-3 ay, kuruluş aşamasında Özgür Gündem gazetesinde çalıştım. Özgür Gündem’in okuru, HDP’ye oy veren seçmen ve o okurun, seçmenin kızı ya da oğlu, herhalükarda ailesinden en az 2-3 kişi de dağda. Dolayısıyla gazete, HDP ve PKK arasında evet manevi bir bağ mevcut. Ama PKK ile HDP arasında organik bağ yok. Organik bağ, İRA ile Sinn Fein arasında vardı .Çünkü İRA’dan 3, Sinn Fein’den 3 yönetici, üst komite oluşturmuştu bütün temel kararları birlikte veriyordu. HDP ile PKK arasında öyle bir mekanizma, bir karar verici üst kurul yok. PKK’nin kendi yönetimi var, HDP’nin de kendi yönetimi var. Çoğu zaman aynı haleti ruhiyedeler, kimi zaman anlaşamadıkları da oluyor.
Kürtlerin büyük bir çoğunluğu, sorunun barışçı, siyasi yani müzakere yoluyla çözülmesini istiyor. Bu yöntem başarılı olursa, o zaman PKK’nin de illegal mücadeleye, silaha ihtiyacı kalmayacak. PKK de belki gelecekte, başka bir isim altında, sivil, legal bir yapı olarak Türkiye siyasi arenasına dahil olabilir.
Ankara ise öncelikle PKK’nin silah bırakmasını talep ediyor. Bu pek mümkün görünmüyor. Zaten benzeri bütün süreçlerde (IRA, ETA ya da Latin Amerika örneklerinde) silah bırakma, en son adım olarak hayata geçirildi. Taraflar çeşitli konularda anlaşmaya vardıktan sonra, uzlaşma sağlandıktan sonra, tüm tarafların taleplerinin büyük bir kısmı karşılandıktan sonra,teknik olarak silah bırakma adımı gündeme geliyor.
PKK’nin Türkiye içinde, bugünkü ortamda, yani henüz talepleri karşılanmamışken, hakları güvence altına alınmamışken silah bırakması söz konusu olmadığı gibi, halen Suriye’de ve genel olarak bölgedeki silahlı çatışmalar sürerken, silah bırakması da pek olası görünmüyor. PKK’nin silah bırakması IŞİD’in bir talebi olabilir… (ZETE)

(*) – Joost Jongerden, Ahmet Akkaya, Bahar Şimşek, 
İsyandan İnşaya Kürdistan Özgürlük Hareketi, 
dipnot yayınları, 325 s., Ankara 2015
– Joost Jongerden, Ahmet Akkaya, 
PKK Üzerine Yazılar, 
Vate yayınları, 210 s., Istanbul, 2012

Ragıp Duran söyleşisi 1. Bölüm:  Bir kararla Türk yargısı bağımsız oldu diyemeyiz
https://zete.com/ragip-duran-bir-kararla-turk-yargisi-bagimsiz-oldu-diyemeyiz/

Ragıp Duran, Galatasaray Lisesi’nden mezun olduktan sonra Fransa’da hukuk eğitimi aldı. 1978 senesinden itibaren İstanbul, Ankara, Londra Amsterdam, Paris ve Boston’da, Hürriyet, Cumhuriyet ve Gündem gazetelerinde, AFP’de ve BBC’de çalıştı. Halen Fransa’da yayımlanmakta olan Libération gazetesinin Türkiye muhabiri. Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde, Marmara İletişim’de ve Bilkent Mütercim Tercümanlık Yüksek Lisans bölümlerinde dersler verdi. Ragıp Duran gazeteciliğinin yanı sıra, medyaya yönelik değerlendirme ve eleştirileriyle de tanınıyor.  Ragıp Duran’ın ikisi çeviri olmak üzere, 6 kitabı ve aldığı çok sayıda ödülü bulunuyor.

https://zete.com/ragip-duran-ic-dinamikler-sorunu-cozemezse-dis-dinamikler-mudahale-eder/

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İKİ DÖNEM, İKİ GAZETECİ, İKİ KİTAP

  Nilay Karaelmas ve Timur Soykan İKİ DÖNEM, İKİ GAZETECİ, İKİ KİTAP İlki 1970-90 dönemini, ikincisi bugünkü medya ortamını anlatıyor. Çok değişiklik pek az gelişme var. Hatta işler kötüye gidiyor. Ragıp Duran Nilay Karaelmas’ın ‘’Sosyal Medya Öncesi 1970, 1980, 1990 yıllarında Gazetecilik’’ (SBFBYYO-DER, Ankara 2023) başlıklı kitabı ile Barış İnce’nin Timur Soykan’la yaptığı nehir söyleşi çalışması ‘’İyi Gazetecilik, İyi ki Gazetecilik’’i (DeliDolu, İzmir, 2023)   eşzamanlı olarak okudum. Birincisi 120, ikincisi 111 sayfa. Her iki gazetecinin kalemi/söylemi, uslubu rahat, düzgün, akıcı olduğu için bir oturuşta okunabilecek kitaplar. İki ayrı dönemde muhabir olarak görev yapmış, uzmanlık alanları farklı iki gazetecinin gözlem, anı ve mesleğe ilişkin değerli değerlendirmeleri var iki kitapta. 60+ meslekdaşların Soykan’ın kitabını,   yaşı -30 olan gazetecilerin de özellikle Karaelmas’ın kitabını okumalarında yarar var. Böylelikle gençler mesleklerinin yakın geçmişi hakkında b

SİVİL DİKTA VE MEDYA

Analitik Bakış'ın sorularına yanıtlar: 1) ‘Sivil dikta’ iddialarının 20 yıl önce de yine medyada, Hürriyet’in manşetiyle yer aldığı basına yansıdı. Medyanın bu süreçteki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? RD: ‘Sivil Dikta’ sözcüğünün 20 yıl önce DENİZ BAYKAL tarafından sarfedilmiş olması manidar. Askeri diktatörlüklere pek ses çıkarmayanlar, sivillikten çok hoşlanmaz. Sivil sözcüğü bizde, Türkçe’de çoğu zaman yanlış kullanılıyor. Sadece ‘’asker’in karşıtı’’ imiş gibi algılanıyor. Oysa ki Latince kökenli sivil sözcüğünün mesela fransızcadaki anlamı ‘Uygar’; ‘civilisation’ da uygarlık yani medeniyet. 20 yıldır medyada sivil/askeri bağlamlarda dikta meselesi hala tartışılıyorsa, bu memlekette demokrasinin düzeyi konusunda karamsar bir konumdayız demektir. Medya ise, özellikle egemen/yaygın medya ise, siyaset/askeriye/ekonomi ve ideolojiden özellikle de bu dört kutbun iktidar kulelerinden bağımsız ol(a)madığı için, son 20 yılda sivil ya da askeri dikta konusunda öyle elle

YÜZ YILLIK AMA YÜZÜ YOK CUMHURİYET’İN

Derin ve ayrıntılı bir muhasebeye girişip,  Cumhuriyet’in yani son yüzyılın olumlu ve olumsuz yanlarını irdeleyip tartışacağımıza, geçmişle yüzleşeceğimize, kutlama törenleri saplantısına çakıldık kaldık. Lider kültündeyiz hala. Tek Adam rejiminin sinsi Cumhuriyet ve Atatürk karşıtlığı, Türk akademiasını, medyasını, STK’larını ve holdinglerini iyice Kemalperver hatta Kemalperest hale getirdi. Mutsuz ve çıkmaz, melankolik ve demode bir aşk!   Ragıp Duran   Siyasal İslam’ın yani Erdoğan rejiminin bu yıl Cumhuriyet’in ilanının 100. yılını kutlama etkinliklerini, Filistin yası bahanesiyle iptal etmesi hakiki, sahte, konjonktürel ve yapısal Kemalistleri, bu arada toplumun önemli bir kesimini fena halde kızdırdı. Rejim, 100. yıl için zaten kasıtlı olarak hiçbir hazırlık yapmamıştı, İsrail’in Gazze saldırısı olası etkinlik ve törenleri iptal etmek için iyi bir bahane olarak kullanıldı. Ne var ki, sözümona muhaliflerin, iktidarın bu hamlesine karşı çıkarken öne sürdükleri gerekçelerd